Asıl adı Şeyh Muhammed Şemsettin Bin
Hamza olan Akşemsettin, 15. yüzyılın sufilerinden biri ve Türk
bilim adamıdır. 1389 yılında Osmancık'ta doğamuş ve daha sonra 7 yaşında
babası Şerafeddin-i Hamza Şâmî ile günümüzde Samsun'a bağlı olan Kavak'a
yerleşmişlerdir. Hacı Bayram-ı Veli’nin müridi ve Fatih Sultan Mehmet’in hocalarındandır.
İstanbul'un manevi fatihi olarak da anılır. Saçının ve sakalının ak olması ve
beyaz elbiseler giymesi sebebiyle Akşeyh veya Akşemseddin adlarıyla meşhur
olmuştur. İskilip'te çocuklarından Nurulhuda'nın türbesi ile diğer yakınlarının
mezarları vardır. Evlik köyünde bir cami yaptırmıştır. Akşemsettin Amasya'da
medreselerden eğitim aldıktan sonra büyük üne kavuşmuştu.
Akşemsettin, küçük yaşlarda bilim ve sanat ile ilgilenmeye
başladı. İlim tahsilini tamamladıktan sonra, Osmancık'ta müderris oldu. Medrese
öğrenimini zamanın büyük velisi Hacı Bayram-ı Veli'nin yanında tamamladıktan
sonra seçkin bilginler arasında yerini aldı. Üstün zekası ve anlayışı, yılmak
bilmeyen çalışma gücüyle kendini kitaplara adadı. Başta İslami bilimler olmak
üzere tıp, astronomi, biyoloji ve matematikte zamanın ünlülerinden oldu. Uzun
yıllar Osmanlı medreselerinde çalışarak yüzlerce öğrenci yetiştirdi. Tıp
alanında bulaşıcı hastalıklar hakkında da önemli çalışmalar yaptı. Araştırmaları
sonunda tıp ile ilgili Türkçe yazdığı Maddet-ül Hayat ve Arapça yazdığı
Hall-i Müşkilât ve Risalet-ün nuriyye adlı Tasavvuf kitapları,
bilinen eserlerinden bazılarıdır. Tıp ile ilgili Türkçe yazdığı Maddet-ül
Hayat'ta geçen "Hastalıkların insanlarda teker teker peyda olduğunu zannetmek
yanlıştır. Hastalıklar insandan insana gözle görülmeyecek kadar küçük tohumlar
vasıtasıyla geçer" cümlesi ile ilk mikrop teorilerinden birini ortaya atmıştır.
Tarihte mikroorganizmalardan bahseden ilk kişidir ve Mikrobiyolojinin babası
sayılmaktadır.
Akşemsettin'in asıl ünü, büyük veli, Hacı Bayram Veli ile
tanışmasından sonra başlamıştı. İlmi konulardaki önemli başarılardan sonra
tasavvuf konusunda da ağırlığını göstermiş, daha sonra da II. Murat'ın
emir ve isteğiyle Fatih Sultan Mehmet'in hocalığına tayin edilmişti. II.
Mehmed'e danışmanlık yaparak İstanbul'un fethine katkıda bulunmuştur ve bu
şekilde onun takdirini kazanmıştır. Fetih sırasında Ebu Eyyûb el-Ensarî'nin kabrini keşfetmesi,
Osmanlı ordusunun moralini yükseltmiştir
kaynak :fatihsultanmehmet.org
27 Kasım 2012 Salı
Fatih'in Hocası Akşemsettin
Fatih Sultan Mehmet ile İki Papaz
İstanbul’un fetheden Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'daki tüm
hükümlüleri serbest bırakır. Fakat hükümlüler arasınki iki papaz
zindandan çıkmak istemezler. İnsanlara eziyet eden Bizans İmparatoru’na, adaletli olmasını
söyledikleri için hapse atılan papazlar, bundan böyle hapisten çıkmamaya yemin
etmişlerdir.
Olaydan haberdar olan sultan papazları huzuruna çağırır, hikâyelerini dinler ve onlara şöyle der:
“Sizlere bir teklifim var. Sizler İslam adaletinin uygulandığı bu toprakları geziniz, Müslüman hâkimlerin ve halkımın davalarını dinleyiniz. Eğer hayata küsmenize sebep olan adaletsizliğe burada da rastlarsanız gelip bana bildiriniz ve önceden verdiğiniz kararınız doğrultusunda uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunuzu kanıtlayınız.”
Bunun üzerine papazlar zaman kaybetmeden yola çıkarlar. İlk durakları Bursa’dır. Orada bir olayla karşılaşırlar. Bir Müslüman’ın, “Hiçbir kusuru yok” denilerek bir Yahudi’den satın aldığı atın hasta olduğu ortaya çıkar. Müslüman, sabah olur olmaz kadının yolunu tutar. Ancak kadı henüz gelmemiştir. Bir süre boyunca bekleyen Müslüman, kadının gelmeyeceğini düşünerek atını alıp geri döner ve at o gece ölür. Olayı sonradan öğrenen kadı, atın sahibi Müslüman’ı çağırarak şöyle der:
“Eğer geldiğinizde ben makamımda olsaydım, atı sahibine iade edip paranızı alırdım. Ancak zamanında daireme gelmediğim için olayların bu şekilde gelişmesine sebep oldum. O yüzden atın ölümünden doğan zararı ben karşılayacağım.”
Bu olay karşısında hayrete düşen papazlar daha sonra İznik’e geçerler. Bu şehirde de yine bir mahkeme ile karşılaşırlar:
Bir Müslüman’dan tarla satın alan diğer bir Müslüman ekin zamanı gelip de tarlasını sürmeye başlayınca sabanına bir küp altın takılır. Çiftçi altınların hepsini alarak tarlanın ilk sahibine gider ve “Ben senden tarlanın altını değil, üstünü satın aldım. Eğer tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin bana bu fiyata satmazdın. Al şu altınlarını” diyerek küpü vermek ister.
Tarlanın önceki sahibi ise, tarlayı kendisine taşı ve toprağıyla beraber sattığını söyleyerek altınları kabul edemeyeceğini söyler. Anlaşmaya varamadıkları için iki Müslüman soluğu kadının huzurunda alırlar. Kadı, adamlara çocukları olup olmadığını sorar. Birinin erkek diğerinin ise kız çocuğu vardır. Kadı, bu iki çocuğu nikâhlayarak altını da çeyiz olarak onlara verir.
Bu iki olaya tanık olduktan sonra papazlar İstanbul’a gelerek Fatih Sultan Mehmet’in huzuruna çıkarlar ve şöyle derler:
“Bizler artık bu kadar adalet ve birbirinin hakkına saygının ancak İslam dininde var olduğuna inandık. Bu dinin insanları başka dinden olanlara bile kötülük yapamazlar. Bu yüzden biz zindana dönme kararımızdan vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inandık."
Olaydan haberdar olan sultan papazları huzuruna çağırır, hikâyelerini dinler ve onlara şöyle der:
“Sizlere bir teklifim var. Sizler İslam adaletinin uygulandığı bu toprakları geziniz, Müslüman hâkimlerin ve halkımın davalarını dinleyiniz. Eğer hayata küsmenize sebep olan adaletsizliğe burada da rastlarsanız gelip bana bildiriniz ve önceden verdiğiniz kararınız doğrultusunda uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunuzu kanıtlayınız.”
Bunun üzerine papazlar zaman kaybetmeden yola çıkarlar. İlk durakları Bursa’dır. Orada bir olayla karşılaşırlar. Bir Müslüman’ın, “Hiçbir kusuru yok” denilerek bir Yahudi’den satın aldığı atın hasta olduğu ortaya çıkar. Müslüman, sabah olur olmaz kadının yolunu tutar. Ancak kadı henüz gelmemiştir. Bir süre boyunca bekleyen Müslüman, kadının gelmeyeceğini düşünerek atını alıp geri döner ve at o gece ölür. Olayı sonradan öğrenen kadı, atın sahibi Müslüman’ı çağırarak şöyle der:
“Eğer geldiğinizde ben makamımda olsaydım, atı sahibine iade edip paranızı alırdım. Ancak zamanında daireme gelmediğim için olayların bu şekilde gelişmesine sebep oldum. O yüzden atın ölümünden doğan zararı ben karşılayacağım.”
Bu olay karşısında hayrete düşen papazlar daha sonra İznik’e geçerler. Bu şehirde de yine bir mahkeme ile karşılaşırlar:
Bir Müslüman’dan tarla satın alan diğer bir Müslüman ekin zamanı gelip de tarlasını sürmeye başlayınca sabanına bir küp altın takılır. Çiftçi altınların hepsini alarak tarlanın ilk sahibine gider ve “Ben senden tarlanın altını değil, üstünü satın aldım. Eğer tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin bana bu fiyata satmazdın. Al şu altınlarını” diyerek küpü vermek ister.
Tarlanın önceki sahibi ise, tarlayı kendisine taşı ve toprağıyla beraber sattığını söyleyerek altınları kabul edemeyeceğini söyler. Anlaşmaya varamadıkları için iki Müslüman soluğu kadının huzurunda alırlar. Kadı, adamlara çocukları olup olmadığını sorar. Birinin erkek diğerinin ise kız çocuğu vardır. Kadı, bu iki çocuğu nikâhlayarak altını da çeyiz olarak onlara verir.
Bu iki olaya tanık olduktan sonra papazlar İstanbul’a gelerek Fatih Sultan Mehmet’in huzuruna çıkarlar ve şöyle derler:
“Bizler artık bu kadar adalet ve birbirinin hakkına saygının ancak İslam dininde var olduğuna inandık. Bu dinin insanları başka dinden olanlara bile kötülük yapamazlar. Bu yüzden biz zindana dönme kararımızdan vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inandık."
21 Kasım 2012 Çarşamba
Hüseyin Nihal Atsız (1905 - 1975)
Hüseyin Nihal Atsız (Atsız), 12 Ocak 1905’te
İstanbul’da Kadıköy’de doğdu. Babası bahriye (deniz) subayı Nail Bey, annesi
Fatma Zehra Hanımdır. İlköğrenimini Kadıköy’deki çeşitli okullarda, orta
öğrenimini Kadıköy ve İstanbul sultanilerinde yaptı. Buradan mezun olunca Askeri
Terbiye’ye yazıldı. Bu okulun 3.sınıfında iken, Arap asıllı bir subaya selam
vermeyi reddettiği için okuldan çıkarıldı. Daha sonra İstanbul Darülfünunu
(Üniversitesi) Edebiyat Fakültesi’ne yazıldı. Bu fakülteden 1930 yılında mezun
olunca, Türkiyat Enstitüsü’nde, hocası Köprülüzade M.Fuat Beyin asistanı oldu.
Ancak diğer hocası Zeki Velidi (Togan) Beyin Türk Dil Kurultayı’nda maruz
kaldığı hücumlara tepki olarak çektiği telgraf sebebiyle asistanlıktan çıkarıldı
(1933).
Atsız, önce Malatya Ortaokulu’nda Türkçe, daha
sonra Edirne Lisesi’nde Edebiyat hocalığına tayin edildi. Edirne’de iken Orhun
dergisini yayımladı (1933-1934). Bu dergi, daha önce yine kendisinin yayımladığı
Atsız Mecmua’nın (1931-1932) devamı niteliğindeydi. Her iki dergi de Türkçülük
ülküsünü güçlendirmek ve yaygınlaştırmak amacıyla çıkarılmıştı. Ancak dil,
edebiyat, tarih, halkbilim, yazım konularındaki yazılar ve şiirler de bu
dergilerde yer alıyordu. Orhun’un 9.sayısındaki, resmi tarih tezini eleştiren
bir yazı sebebiyle dergi kapatıldı. Atsız da bakanlık emrine alındı.
Ağıt
Gönlümde yazdığım bu son ağıta
Nazire yaparak coşan dalgalar! Hastası olup da geç vakit hekim Arayanlar gibi koşan dalgalar!
Sizin de elbette var ki bir sızınız,
Bundan mı geliyor korkunç hızınız? Beni de beraber alır mısınız Kederle kabarıp şişen dalgalar?
Sizinle paylaşssak bu korkunç gamı;
Bitmiyor bu sonsuz ecel akyamı. Bilmem ki bundan mı titriyor gemi Ey dalgakıranı aşan dalgalar?
Hey Atsız! Çöküyor eski bir direk.
Baksan da dünyaya titremeyerek Hepimiz beraber haykırsak gerek Ey bela dehrinde pişen dalgalar!.. |
Nihal Atsız, bundan sonra dört yıl kadar Deniz
Gedikli Hazırlama Okulu’nda Türkçe öğretmenliği yaptı. 1938’de bu işinden de
uzaklaştırıldı. Kendisine resmi hizmet kapısı kapanınca Özel Yuca Ülke ve
Boğaziçi liseleri gibi okullarda öğretmenlik yaptı. “Türk Tarihi Üzerinde
Toplamalar” ve “Türk Edebiyatı Tarihi” adlı ilmi kitapların yanı sıra birçok
broşür yayımladı. O dönemin sol düşüncesine karşı şiddetli bir fikir
mücadelesine girişti. Tanrıdağ, Çınaraltı gibi milliyetçi dergilerde yazılar
yazdı. 1943’te Orhun’u yeniden yayımladı. Bu derginin 15-16. sayılarında dönemin
başbakanı Şükrü Saracoğlu’na hitaben yayımladığı açık mektuplarda, Milli Eğitim
Bakanı Hasah-Ali Yücel’in istifasını istedi.
Atsız’ın Yücel’i eleştirisinin sebebi ise “Milli
Eğitim Bakanlığı’nda tek taraflı bir kadrolaşma”dır. Bu yazıların bazılarında
muarızlarına sert eleştirilerde bulunan Atsız, sonunda Sabahattin Ali’nin açtığı
hakaret davasıyla yargılanmaya başlar. Ve yine bu davayla birlikte Orhun dergisi
kapatılır. Atsız-Sabahattin Ali davası büyük yankılar uyandırır. Öğrenci
olayları ve gösteriler başgösterir bunun hemen akabinde de Atsız ve 22 arkadaşı
hakkında “hükümet darbesine teşebbüs” suçlaması ile yargılandı. Askeri mahkeme,
Türkçülerin birçoğunu çeşitli cezalara çarptırdı. Atsız da 6 yıl 6 ay hapis
cezasına çarptırıldı. Ancak, Askeri Yargıtay bu kararları bozdu. Yeniden görülen
dava sonucunda bütün Türkçüler ve bu arada Atsız da beraat ettiler. Ancak,
Atsız, uzun süre öğretmenlik mesleğine dönemedi. Türkiye Yayınevi’nde çalıştı ve
önemli Osmanlı tarihlerinin neşirlerini hazırladı.
Tek parti iktidarının son yıllarında, fakülteden
sınıf arkadaşı Prof Dr.Tahsin Banguoğlu’nun Milli Eğitim Bakanlığı zamanında
yeniden öğretmenliğe tayin edildi. Fakat, kendisine öğretmenlik hakkı tanınmadı
ve Süleymaniye Kütüphanesi’nde uzman olarak görevlendirildi.
1950-1951 öğretim yılının başında Haydarpaşa Lisesi
edebiyat öğretmenliğine getirilen Atsız, burada iki yıl görev yaptı. Bu defa da,
3 Mayıs’ın kutlanması için Ankara’da verdiği bir konferans nedeniyle
öğretmenlikten alındı ve Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki görevine iade edildi
(1952). Burada 17 yıl çalıştıktan sonra 1969’da emekliye ayrıldı. Atsız, 11
Aralık 1975’te vefat etti.
kaynak : http://www.kimkimdir.gen.tr/kimkimdir.php?id=1555
Şeyh Edebali Öğütleri
Cahil ile dost olma: İlim bilmez, irfan
bilmez, söz bilmez; üzülürsün.
Saygısızla dost olma: Usul bilmez, adap bilmez, sınır bilmez; üzülürsün.
Aç gözlü ile dost olma: İkram bilmez, kural bilmez, doymak bilmez; üzülürsün.
Görgüsüzle dost olma: Yol bilmez, yordam bilmez, kural bilmez; üzülürsün.
Kibirliyle dost olma: Hal bilmez, ahval bilmez, gönül bilmez; üzülürsün.
Ukalayla dost olma: Çok konuşur, boş konuşur, kem konuşur; üzülürsün.
Namertle dost olma: Mertlik bilmez, yürek bilmez, dost bilmez; üzülürsün.
- İlim bil, irfan bil, söz bil.
- İkram bil, kural bil, doyum bil.
- Usul bil, adap bil, sınır bil.
- Yol bil, yordam bil.
- Hal bil, ahval bil, gönül bil.
- Çok konuşma, boş konuşma, kem konuşma.
- Mert ol, yürekli ol.
- Kimsenin umudunu kırma.
Sen seni bil; ömrünce bu yeter sana...
Saygısızla dost olma: Usul bilmez, adap bilmez, sınır bilmez; üzülürsün.
Aç gözlü ile dost olma: İkram bilmez, kural bilmez, doymak bilmez; üzülürsün.
Görgüsüzle dost olma: Yol bilmez, yordam bilmez, kural bilmez; üzülürsün.
Kibirliyle dost olma: Hal bilmez, ahval bilmez, gönül bilmez; üzülürsün.
Ukalayla dost olma: Çok konuşur, boş konuşur, kem konuşur; üzülürsün.
Namertle dost olma: Mertlik bilmez, yürek bilmez, dost bilmez; üzülürsün.
- İlim bil, irfan bil, söz bil.
- İkram bil, kural bil, doyum bil.
- Usul bil, adap bil, sınır bil.
- Yol bil, yordam bil.
- Hal bil, ahval bil, gönül bil.
- Çok konuşma, boş konuşma, kem konuşma.
- Mert ol, yürekli ol.
- Kimsenin umudunu kırma.
Sen seni bil; ömrünce bu yeter sana...
Şeyh Edebali (1206 - 1326)
Aslen Karamanlı’dır. İlk tahsilini memleketinde yapan Edebali, tahsilini
Şam’da tamamladı. Tefsir, hadis, tasavvuf ve özellikle İslam Hukuku’da ihtisas
sahibidir. Hz. Mevlana gibi, zamanının büyüklerinin sohbetinde bulundu. Osmanlı
Devleti’nin kurucusu Sultan Osman Gazi’nin kayınpederidir. Zamanının büyük alim
ve velilerindendir. Doğum tarihi kesin olmamakla beraber, Hicri 603 Miladi 1206
yıllarında doğduğu tahmin edilmektedir.
İlimde derya, amelde yüksek, takva ve verada örnek, mal-mülk sahibi bir zat olan Edebali, Eskişehir yakınlarında İtburnu denilen köyde yaşar, yaptırmış olduğu zaviyede öğrenci yetiştirir ve halkı irşad ederdi. Anadolu fütüvvet ehli Ahilerle yakın münasebeti olan Edebali’yi Osman Bey sık sık ziyaret eder ve sohbetinde bulunurdu.
Yine Osman Bey’in zaviyede bulunduğu bir gece, gördüğü rüya üzerine Edebali, kızı Mal Hatun’u Osman Bey’e nikahlar ve görmüş olduğu rüyayı da söyle tabir eder: “Sen babadan sonra Bey olacak, kızım Mal Hatun’la evleneceksin. Bende çıkıp sana gelen nur budur. Sizin asil ve temiz soyunuzdan nice padişahlar gelecek. Onlar nice deletleri birçatı altında toplayacaklar. Allahü Teala, nice insanların huzur ve saadete kavuşmasına, din-i İslamla şereflenmesine senin soyunu vesile edecektir.”
Gerçekten de öyle olur, altı asırdan fazla devam edecek olan bir Cihan İmparatorluğu’nun temelleri atılır ve bunun ilk müjdecisi de Edebali Hazretleri olur. Uzun bir ömür süren Edebali 726 H./1325-26 yıllarında yüz yirmi yaşları civarında olduğu halde vefat eder. Cenazesi Bilecik’de zaviyesinin yanına defnedilir. Ahmet Rasim Bey, Edebali’nin Adana halkından olduğunu söylerse de, onun Karamanlı olduğuna şüphe yoktur.
Bir de Osman Bey’in oğlu Orhan Bey’in annesinin Ömer bey adında bir zatın kızı, Mal Hatun; Edebali’nin kızı Bala Hatun’un Osman Bey’in diğer oğlu Alaaddin Bey’in annesi olduğunu kabul eden tarihçiler de vardır. Mehmet Hemdemi Çelebi de Solakzade Tarihli isimli eserinde, Şeyh Edebali’nin Osman Bey’e verdiği kızının adının “Rabia” olduğundan bahseder.
İlimde derya, amelde yüksek, takva ve verada örnek, mal-mülk sahibi bir zat olan Edebali, Eskişehir yakınlarında İtburnu denilen köyde yaşar, yaptırmış olduğu zaviyede öğrenci yetiştirir ve halkı irşad ederdi. Anadolu fütüvvet ehli Ahilerle yakın münasebeti olan Edebali’yi Osman Bey sık sık ziyaret eder ve sohbetinde bulunurdu.
Yine Osman Bey’in zaviyede bulunduğu bir gece, gördüğü rüya üzerine Edebali, kızı Mal Hatun’u Osman Bey’e nikahlar ve görmüş olduğu rüyayı da söyle tabir eder: “Sen babadan sonra Bey olacak, kızım Mal Hatun’la evleneceksin. Bende çıkıp sana gelen nur budur. Sizin asil ve temiz soyunuzdan nice padişahlar gelecek. Onlar nice deletleri birçatı altında toplayacaklar. Allahü Teala, nice insanların huzur ve saadete kavuşmasına, din-i İslamla şereflenmesine senin soyunu vesile edecektir.”
Gerçekten de öyle olur, altı asırdan fazla devam edecek olan bir Cihan İmparatorluğu’nun temelleri atılır ve bunun ilk müjdecisi de Edebali Hazretleri olur. Uzun bir ömür süren Edebali 726 H./1325-26 yıllarında yüz yirmi yaşları civarında olduğu halde vefat eder. Cenazesi Bilecik’de zaviyesinin yanına defnedilir. Ahmet Rasim Bey, Edebali’nin Adana halkından olduğunu söylerse de, onun Karamanlı olduğuna şüphe yoktur.
Bir de Osman Bey’in oğlu Orhan Bey’in annesinin Ömer bey adında bir zatın kızı, Mal Hatun; Edebali’nin kızı Bala Hatun’un Osman Bey’in diğer oğlu Alaaddin Bey’in annesi olduğunu kabul eden tarihçiler de vardır. Mehmet Hemdemi Çelebi de Solakzade Tarihli isimli eserinde, Şeyh Edebali’nin Osman Bey’e verdiği kızının adının “Rabia” olduğundan bahseder.
ziya gökalp kimdir
23 Mart 1876’da Diyarbakır’da doğdu. 25 Ekim 1924’te İstanbul’da yaşamını
yitirdi. Asıl ismi Mehmet Ziya. Babası yerel bir gazetede çalışan memurdu.
Eğitimine Diyarbakır’da başladı. Amcasından geleneksel İslam ilimlerini öğrendi.
18 yaşında intihara teşebbüs etti. Bir yıl sonra 1895'te İstanbul’a gitti.
Baytar Mektebine kaydını yaptırdı. Buradaki öğretimi sırasında İbrahim Temo ve
İshak Sukûti ile ilişki kurdu. Jön Türkler’den etkilendi. İttihat ve Terakki
Cemiyeti’ne katıldı. Muhalif eylemleri nedeniyle 1898’de tutuklandı. Bir yıl
cezaevinde kaldı. Serbest bırakıldıktan sonra 1900'de Diyarbakır’a sürgüne
gönderildi. 1908'e kadar Diyarbakır'da küçük memuriyetler yaptı. 2'nci
Meşrutiyetten sonra İttihat ve Terakki'nin Diyarbakır şubesini kudu ve
temsilcisi oldu. "Peyman" gazetesini çıkardı. 1909'da Selanik'te toplanan
İttihat Terakki Kongresi'ne Diyarbakır delegesi olarak katıldı. Bir yıl sonra,
örgütün Selanik’teki merkez yönetim kuruluna üye seçildi. 1910’da kurulmasında
öncülük yaptığı İttihat Terakki İdadisi'nde sosyoloji dersleri verdi. Bir yandan
da "Genç Kalemler" dergisini
çıkardı. 1912'de Ergani Maden'den Meclis-i Mebusan'a seçildi, İstanbul'a
taşındı. Türk Ocağı'nın kurucuları arasında yer aldı. Derneğin yayın organı
"Türk Yurdu" başta olmak üzere Halka Doğru, İslam Mecmuası, Milli Tetebbular
Mecmuası, İktisadiyat Mecmuası, İçtimaiyat Mecmuası, Yeni Mecmua'da yazılar
yazdı. Bir yandan da Darülfünun-u Osmani'de (İstanbul Üniversitesi) sosyoloji
dersleri verdi.
1. Dünya Savaşında Osmanlı'nın yenilmesinden sonra tüm görevlerinden alındı. 1919'da İngilizler tarafından Malta Adası'na sürgüne gönderildi. 2 yıllık sürgün döneminden sonra Diyarbakır'a gitti, Küçük Mecmua'yı çıkardı. 1923'te Maarif Vekaleti Telif ve Tercüme Heyeti Başkanlığı'na atandı, Ankara'ya gitti. Aynı yıl İkinci Dönem Türkiye Büyük Millet meclisi'ne Diyarbakır mebusu olarak girdi. 1924'te kısa süren bir hastalığın ardından İstanbul'da yaşamını yitirdi. Osmanlı Devleti'nin parçalanma sürecinde yeni bir ulusal kimlik arayışına girdi. Düşüncesinin temelinde, Türk toplumunun kendine özgü ahlaki ve kültürel değerleriyle, Batı'dan aldığı bazı değerleri kaynaştırarak bir senteze ulaşma çabası yatıyordu. "Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak" diye özetlediği bu yaklaşımın kültürel öğesi Türkçülük, ahlaki öğesi de İslamcılıktı. Uluslararası kültürün yapıcı öğesinin ulusal kültürler olduğunu savundu. Saray edebiyatının karşısına halk edebiyatını koydu. Batı'nın teknolojik ve bilimsel gelişmesini sağlayan pozitif bilim anlayışını benimsedi. Dini, toplumsal birliğin sağlanmasında yardımcı bir öğe olarak değerlendirdi. Toplumsal modeli, Emile Durkheim'in teorik temellerini kurduğu "dayanışmacılık" temelinde şekillendi. Bireyi temel alan liberalizm ile çatışmacı toplumu temel alan Marksizm'e karşı mesleki örgütleri temel toplum birimi olarak kabul eden solidarizmde karar kıldı. Toplumsal ve siyasi görüşlerini anlattığı sayısız makale yazdı. "Türkçülük" düşüncesini sistemleştirdi. Milli edebiyatın kurulması ve gelişmesinde önemli rol oynadı.
ESERLERİ
Kızıl Elma (1914)
Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak (1918)
Yeni Hayat (1918)
Altın Işık (1923)
Türk Töresi (1923)
Doğru Yol (1923)
Türkçülüğün Esasları (1923)
Türk Medeniyet Tarihi (1926, ölümünden sonra)
kaynak : edebiyatogretmeni.net
1. Dünya Savaşında Osmanlı'nın yenilmesinden sonra tüm görevlerinden alındı. 1919'da İngilizler tarafından Malta Adası'na sürgüne gönderildi. 2 yıllık sürgün döneminden sonra Diyarbakır'a gitti, Küçük Mecmua'yı çıkardı. 1923'te Maarif Vekaleti Telif ve Tercüme Heyeti Başkanlığı'na atandı, Ankara'ya gitti. Aynı yıl İkinci Dönem Türkiye Büyük Millet meclisi'ne Diyarbakır mebusu olarak girdi. 1924'te kısa süren bir hastalığın ardından İstanbul'da yaşamını yitirdi. Osmanlı Devleti'nin parçalanma sürecinde yeni bir ulusal kimlik arayışına girdi. Düşüncesinin temelinde, Türk toplumunun kendine özgü ahlaki ve kültürel değerleriyle, Batı'dan aldığı bazı değerleri kaynaştırarak bir senteze ulaşma çabası yatıyordu. "Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak" diye özetlediği bu yaklaşımın kültürel öğesi Türkçülük, ahlaki öğesi de İslamcılıktı. Uluslararası kültürün yapıcı öğesinin ulusal kültürler olduğunu savundu. Saray edebiyatının karşısına halk edebiyatını koydu. Batı'nın teknolojik ve bilimsel gelişmesini sağlayan pozitif bilim anlayışını benimsedi. Dini, toplumsal birliğin sağlanmasında yardımcı bir öğe olarak değerlendirdi. Toplumsal modeli, Emile Durkheim'in teorik temellerini kurduğu "dayanışmacılık" temelinde şekillendi. Bireyi temel alan liberalizm ile çatışmacı toplumu temel alan Marksizm'e karşı mesleki örgütleri temel toplum birimi olarak kabul eden solidarizmde karar kıldı. Toplumsal ve siyasi görüşlerini anlattığı sayısız makale yazdı. "Türkçülük" düşüncesini sistemleştirdi. Milli edebiyatın kurulması ve gelişmesinde önemli rol oynadı.
ESERLERİ
Kızıl Elma (1914)
Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak (1918)
Yeni Hayat (1918)
Altın Işık (1923)
Türk Töresi (1923)
Doğru Yol (1923)
Türkçülüğün Esasları (1923)
Türk Medeniyet Tarihi (1926, ölümünden sonra)
kaynak : edebiyatogretmeni.net
Kurtarılmamış Türkler
Türkiye dışında 60 milyon Türk, kurtarılmamış olarak yaşıyor. Osmanlı Türkleri’nin bölümleri olarak
yanı başımızda duran Romanya, Yugoslavya, Bulgaristan, Batı Trakya, Rodos, Suriye ve Kerkük Türkleri’nin dışında asıl büyük Türk kesimi İran, Afgan, Sovyetler ve Çin hâkimiyetinde tutsaktırlar. Bu dört devlet kendi tabiiyetlerinde bulunan Türkler’e hiçbir hak tanımamakta, elde edilmiş bazı haklar uzun fedakârlıklarla, büyük mücadeleyle sağlanmış bulunmaktadır.
İran’daki 13 milyon Türk, bu zayıf ve iptidaî imparatorluğun en büyük unsuru olduğu halde İran’da
Türkçe öğretim yapan okul yoktur. Açılması yasaktır. Birçok devlet dairelerinin duvarlarına yalnız
Farsça konuşulacağına dair levhalar asılmıştır. İran’ın 60.000 Ermeni’si için radyoda Ermenice yayın yapılırken zengin kültürlü 13 milyon Türk için böyle bir şey düşünülmemektedir. Çünkü Farslar’ın iddiasına göre İran’da Türkçe konuşanlar aslında Fars olup Moğollar İran’ı zapdettiği zaman bunları zorla Türkçe konuşmaya mecbur etmiştir.
Bunun ne kadar gülünç bir iddia olduğu ortadadır. Aslında, Yedinci Asırdaki Arap istilâsından sonra İran tamamen yok olmuş, Araplar, İran medeniyetini kökünden kazımış, hatta Arap kanı İran kanıyla karışarak eski sarışın İran tipi ortadan kalkıp onun yerine bugünkü esmer, kara saçlı, Arapsı Acem tipi çıkmıştır.
9 – 10. yüzyıllarda Arap Abbasi halifelerine bağlı olarak İran’ın bazı bölümlerinde kurulan yerli
hanedanlar ve bunların sonuncusu ve en büyüğü olan Büveyhliler, 11. yüzyıldaki Selçuklu fütuhatıyla kaldırılmış, böylelikle İran’da dokuz asır süren Türk hâkimiyeti başlamıştır. “Moğollar’ın zorla Türkçe konuşturdukları halk”, daha Moğollar tarih sahnesinde yokken kuzeyden Hazar ve Sibir, doğudan Oğuz adıyla gelen bu Türkler’dir. Başlarındaki Çengiz Hanedanı Gök Türk soyundan olan ve Moğol’dan çok, büyük çoğunlukla Türkler’den oluşmuş bulunan Gök Moğol devleti ise 13. asırda Azerbaycan ve Anadolu’ya bir buçuk milyon Turanlı ile gelerek bu ülkelerin kesin sonuçlu olarak Türkleşmesini sağlamıştır.
İşte şimdi, bir oldu bitti ile tekrar Fars hakimiyetine geçen İran’daki 13 milyon soydaşımız İran’ın en zeki, cevvâl, çalışkan ve savaşçı unsuru olduğu halde insan haklarından mahrumdur. Onları düşünmek ve onlar için bir şeyler yapmak hakkımız ve görevimizdir.
İran’dan çok geri, üstelik çok da yoksul olan Afganistan’ın kuzeyinde de 3 milyon Özbek ve Türkmen vardır. Afganistan’ın bu kuzey bölgesi “Afgan Türkistan”ıdır. Komünist kıyıcılığından kaçarak Afganistan’a geçen Özbek, Türkmen, pek az da Kırgız Türkü ile bugün 3 milyona varan bu Türkler, ancak %5’i okur‐yazar olan iptidai Afganlılar’ın hakimiyeti altındadır. 25–30 yıl önce, hayvan sürüleriyle birlikte Türkiye’ye göçmek isteyen on binlerce Türkmen’e Afgan hükümeti izin
vermemiştir. Bu Türklerin de Türkçe öğretim yapan okulları, radyodan Türkçe seslenen spikerleri yoktur. Afganistan denen ülke tarihteki Türk Kuşanlar’ın, Ak Hunlar’ın, Gazneliler’in, Temirliler’in ülkesidir. Afgan şehirleri bu eski Türkler’in medeniyet eserleriyle doludur. Bunları düşünmek ve onlar için bir şeyler yapmak da hakkımız ve görevimizdir.www.atsizcilar.com
Sovyetler Birliği ise 40 milyon Türk’le en kalabalık Türk nüfusunu barındıran devlettir. Soyumuzun anayurdu oradadır. En eski tarihî anıt ve hatıralarımız oradadır. Moskofların Türk gücünü kırmak için ayrı alfabelerle ayrı millet haline getirmeye çalıştığı Kazak, Özbek, Tatar, Başkurt, Kırgız, Türkmen, Çuvaş, Karakalpak, Azerî, Oyrat, Hakaslar ve daha küçük idarî bölgelerde yaşayan Yakut Balkar, Karaçay, Nogay, Kumuk, Altaylı gibi Türkler hep oradadır. Hepsine ayrı tarihler uydurulan bu Türkler, büyük maziden ve büyük devletten gelmenin verdiği kuvvetle Moskof baskısına başarıyla karşı koymaktadır. Artık onların bilginleri ve her türlü uzmanları var. Direniyorlar.Ruslar eski saldırganlıklarını kaybetmişlerdir. Yalnız Batı’dan değil, ülküdaşları olan Çin’den de korkuyorlar. Komünizm iflâsa doğru gitmekte, Rus nüfusu yerinde sayarken Türkler çoğalmaktadır.
Karanlıklar arasından ümit şimşekleri çakmaktadır. Bu Türkler’i düşünmek de hakkımız ve
görevimizdir.
Dünyanın en kalabalık olan, belki 850 milyonluk, belki bir milyarlık Çin’deki Türkler ise daha mühim bir tehlike ile karşı karşıyadır: Bu geniş topraklara Türkler’in birkaç katı Çinli yerleştirilmesi… Fakat tabiat kuvvetleri Türkler’i korumakta, Çin Türkistan’ında Çinliler yaşayamamaktadır. Yaşayıp üreseler bile, orada bir tek Türk kalmasa bile günün birinde o Kunlar ve Uygurlar diyarı onlardan yine alınıp Türkleştirilecektir. İçinde Türk nüfusu kalmadı diye tarihî mirasları bırakacak değiliz. Bugün Kırım’da da Türk yok ama Kırım bizimdir. Günün birinde mutlaka kurtarılacaktır.
O Türkler’i unutmayız. Unutamayız. Bir aile, nasıl gurbette veya uzakta olmakla bir ferdini unutmazsa, bir millet de başka hakimiyetler altında yaşayan kardeşlerini öylece unutamaz. Bu sebeple nerede olurlarsa olsunlar bütün Türkler’i düşünmek, onların acı ve sevinçlerine ortak olmak, iyiliklerini istemek ve günün birinde bütün Türkler’in birleşeceklerini düşünerek bu uğurda çalışmak her Türk’ün vazifesidir.
Türk milleti büyük bir millettir. Tarihteki fonksiyonu çok büyük olmuştur. Türk devleti birkaç defa
dünyanın ve tarihin en büyük devleti haline gelmiştir. Böyle bir milleti dünya birleşse bile ortadan
kaldıramaz. 20. yüzyıl Türkler’in bütün tarihlerinde görülmedik şekilde çoğaldıkları bir asırdır. Bu asır Batı medeniyetinin ve komünizmin yıprandığı, çözüldüğü bir çağdır. Türk milletinin şahlanması için yeniden büyük önderlere ihtiyaç vardır. 20. yüzyılın son çeyreğinde (1967–2000) elbette böyle bir kılavuz önder çıkacaktır. Parti liderlerinden böyle bir önder çıkamaz. Partiler, tabiatları icabı, birbirlerini yemekle meşguldür. Önder, partilerden değil, doğrudan doğruya milletin içinden çıkarak yeni bir Bozkurt olacaktır. Tanrıkut Mete’nin, Çiçi Yabgu’nun, İstemi Kağan’ın, Kür Şad’ın, İlteriş Kutluğ Kağan’ın, Kül Tegin’in, Bayançur Kağan’ın, Çağrı Bey’in, Oruç Reis’in ruhlarından işaret almış bir önder yüksek ahlâk ve büyük erdemle bu kutlu işi başaracaktır. Tutsak Türk Elleri ve onun Osman Batur gibi binlerce şehidi dururken, Zenci Lumumba’ya, Hoşi‐ minh’e, Mao’ya destan düzenlere lânet olsun. Milletin büyük yarını ve övüncüyle uğraşmak dururken işçi gündeliklerini hayatın en mühim meselesi haline getirmek isteyen solaklara lânet olsun. Türk ırkının yüceliği ortada iken “Ben hilâli bir Çingene ile yükseltirim” diyen yobaz köpeği susturmayan haysiyetsiz profesöre lânet olsun!
Türk’ün yıldırımı inecektir. Tanrı’nın gazabı bunların üstüne inmezse daha müthiş olan Türk’ün yıldırımı inecektir.
ÖTÜKEN Dergisi, 1975, sayı.7
Hüseyin Nihal Atsız
Makaleler-1 Bölüm-1:Türkler
KAYNAK :http://www.srgzblog.com/2012/07/kurtarlmams-turkler.html
yanı başımızda duran Romanya, Yugoslavya, Bulgaristan, Batı Trakya, Rodos, Suriye ve Kerkük Türkleri’nin dışında asıl büyük Türk kesimi İran, Afgan, Sovyetler ve Çin hâkimiyetinde tutsaktırlar. Bu dört devlet kendi tabiiyetlerinde bulunan Türkler’e hiçbir hak tanımamakta, elde edilmiş bazı haklar uzun fedakârlıklarla, büyük mücadeleyle sağlanmış bulunmaktadır.
İran’daki 13 milyon Türk, bu zayıf ve iptidaî imparatorluğun en büyük unsuru olduğu halde İran’da
Türkçe öğretim yapan okul yoktur. Açılması yasaktır. Birçok devlet dairelerinin duvarlarına yalnız
Farsça konuşulacağına dair levhalar asılmıştır. İran’ın 60.000 Ermeni’si için radyoda Ermenice yayın yapılırken zengin kültürlü 13 milyon Türk için böyle bir şey düşünülmemektedir. Çünkü Farslar’ın iddiasına göre İran’da Türkçe konuşanlar aslında Fars olup Moğollar İran’ı zapdettiği zaman bunları zorla Türkçe konuşmaya mecbur etmiştir.
Bunun ne kadar gülünç bir iddia olduğu ortadadır. Aslında, Yedinci Asırdaki Arap istilâsından sonra İran tamamen yok olmuş, Araplar, İran medeniyetini kökünden kazımış, hatta Arap kanı İran kanıyla karışarak eski sarışın İran tipi ortadan kalkıp onun yerine bugünkü esmer, kara saçlı, Arapsı Acem tipi çıkmıştır.
9 – 10. yüzyıllarda Arap Abbasi halifelerine bağlı olarak İran’ın bazı bölümlerinde kurulan yerli
hanedanlar ve bunların sonuncusu ve en büyüğü olan Büveyhliler, 11. yüzyıldaki Selçuklu fütuhatıyla kaldırılmış, böylelikle İran’da dokuz asır süren Türk hâkimiyeti başlamıştır. “Moğollar’ın zorla Türkçe konuşturdukları halk”, daha Moğollar tarih sahnesinde yokken kuzeyden Hazar ve Sibir, doğudan Oğuz adıyla gelen bu Türkler’dir. Başlarındaki Çengiz Hanedanı Gök Türk soyundan olan ve Moğol’dan çok, büyük çoğunlukla Türkler’den oluşmuş bulunan Gök Moğol devleti ise 13. asırda Azerbaycan ve Anadolu’ya bir buçuk milyon Turanlı ile gelerek bu ülkelerin kesin sonuçlu olarak Türkleşmesini sağlamıştır.
İşte şimdi, bir oldu bitti ile tekrar Fars hakimiyetine geçen İran’daki 13 milyon soydaşımız İran’ın en zeki, cevvâl, çalışkan ve savaşçı unsuru olduğu halde insan haklarından mahrumdur. Onları düşünmek ve onlar için bir şeyler yapmak hakkımız ve görevimizdir.
İran’dan çok geri, üstelik çok da yoksul olan Afganistan’ın kuzeyinde de 3 milyon Özbek ve Türkmen vardır. Afganistan’ın bu kuzey bölgesi “Afgan Türkistan”ıdır. Komünist kıyıcılığından kaçarak Afganistan’a geçen Özbek, Türkmen, pek az da Kırgız Türkü ile bugün 3 milyona varan bu Türkler, ancak %5’i okur‐yazar olan iptidai Afganlılar’ın hakimiyeti altındadır. 25–30 yıl önce, hayvan sürüleriyle birlikte Türkiye’ye göçmek isteyen on binlerce Türkmen’e Afgan hükümeti izin
vermemiştir. Bu Türklerin de Türkçe öğretim yapan okulları, radyodan Türkçe seslenen spikerleri yoktur. Afganistan denen ülke tarihteki Türk Kuşanlar’ın, Ak Hunlar’ın, Gazneliler’in, Temirliler’in ülkesidir. Afgan şehirleri bu eski Türkler’in medeniyet eserleriyle doludur. Bunları düşünmek ve onlar için bir şeyler yapmak da hakkımız ve görevimizdir.www.atsizcilar.com
Sovyetler Birliği ise 40 milyon Türk’le en kalabalık Türk nüfusunu barındıran devlettir. Soyumuzun anayurdu oradadır. En eski tarihî anıt ve hatıralarımız oradadır. Moskofların Türk gücünü kırmak için ayrı alfabelerle ayrı millet haline getirmeye çalıştığı Kazak, Özbek, Tatar, Başkurt, Kırgız, Türkmen, Çuvaş, Karakalpak, Azerî, Oyrat, Hakaslar ve daha küçük idarî bölgelerde yaşayan Yakut Balkar, Karaçay, Nogay, Kumuk, Altaylı gibi Türkler hep oradadır. Hepsine ayrı tarihler uydurulan bu Türkler, büyük maziden ve büyük devletten gelmenin verdiği kuvvetle Moskof baskısına başarıyla karşı koymaktadır. Artık onların bilginleri ve her türlü uzmanları var. Direniyorlar.Ruslar eski saldırganlıklarını kaybetmişlerdir. Yalnız Batı’dan değil, ülküdaşları olan Çin’den de korkuyorlar. Komünizm iflâsa doğru gitmekte, Rus nüfusu yerinde sayarken Türkler çoğalmaktadır.
Karanlıklar arasından ümit şimşekleri çakmaktadır. Bu Türkler’i düşünmek de hakkımız ve
görevimizdir.
Dünyanın en kalabalık olan, belki 850 milyonluk, belki bir milyarlık Çin’deki Türkler ise daha mühim bir tehlike ile karşı karşıyadır: Bu geniş topraklara Türkler’in birkaç katı Çinli yerleştirilmesi… Fakat tabiat kuvvetleri Türkler’i korumakta, Çin Türkistan’ında Çinliler yaşayamamaktadır. Yaşayıp üreseler bile, orada bir tek Türk kalmasa bile günün birinde o Kunlar ve Uygurlar diyarı onlardan yine alınıp Türkleştirilecektir. İçinde Türk nüfusu kalmadı diye tarihî mirasları bırakacak değiliz. Bugün Kırım’da da Türk yok ama Kırım bizimdir. Günün birinde mutlaka kurtarılacaktır.
O Türkler’i unutmayız. Unutamayız. Bir aile, nasıl gurbette veya uzakta olmakla bir ferdini unutmazsa, bir millet de başka hakimiyetler altında yaşayan kardeşlerini öylece unutamaz. Bu sebeple nerede olurlarsa olsunlar bütün Türkler’i düşünmek, onların acı ve sevinçlerine ortak olmak, iyiliklerini istemek ve günün birinde bütün Türkler’in birleşeceklerini düşünerek bu uğurda çalışmak her Türk’ün vazifesidir.
Türk milleti büyük bir millettir. Tarihteki fonksiyonu çok büyük olmuştur. Türk devleti birkaç defa
dünyanın ve tarihin en büyük devleti haline gelmiştir. Böyle bir milleti dünya birleşse bile ortadan
kaldıramaz. 20. yüzyıl Türkler’in bütün tarihlerinde görülmedik şekilde çoğaldıkları bir asırdır. Bu asır Batı medeniyetinin ve komünizmin yıprandığı, çözüldüğü bir çağdır. Türk milletinin şahlanması için yeniden büyük önderlere ihtiyaç vardır. 20. yüzyılın son çeyreğinde (1967–2000) elbette böyle bir kılavuz önder çıkacaktır. Parti liderlerinden böyle bir önder çıkamaz. Partiler, tabiatları icabı, birbirlerini yemekle meşguldür. Önder, partilerden değil, doğrudan doğruya milletin içinden çıkarak yeni bir Bozkurt olacaktır. Tanrıkut Mete’nin, Çiçi Yabgu’nun, İstemi Kağan’ın, Kür Şad’ın, İlteriş Kutluğ Kağan’ın, Kül Tegin’in, Bayançur Kağan’ın, Çağrı Bey’in, Oruç Reis’in ruhlarından işaret almış bir önder yüksek ahlâk ve büyük erdemle bu kutlu işi başaracaktır. Tutsak Türk Elleri ve onun Osman Batur gibi binlerce şehidi dururken, Zenci Lumumba’ya, Hoşi‐ minh’e, Mao’ya destan düzenlere lânet olsun. Milletin büyük yarını ve övüncüyle uğraşmak dururken işçi gündeliklerini hayatın en mühim meselesi haline getirmek isteyen solaklara lânet olsun. Türk ırkının yüceliği ortada iken “Ben hilâli bir Çingene ile yükseltirim” diyen yobaz köpeği susturmayan haysiyetsiz profesöre lânet olsun!
Türk’ün yıldırımı inecektir. Tanrı’nın gazabı bunların üstüne inmezse daha müthiş olan Türk’ün yıldırımı inecektir.
ÖTÜKEN Dergisi, 1975, sayı.7
Hüseyin Nihal Atsız
Makaleler-1 Bölüm-1:Türkler
KAYNAK :http://www.srgzblog.com/2012/07/kurtarlmams-turkler.html
İlhan Egemen Darendelioğlu (1921 – 19 Kasım 1979)
Komünizmle mücadelede Türkiye’de öncü olan ve bu yolda çıkardığı dergi ile insanların kızıl tehlikeden uzak durmasını sağlayan, kutlu yolda şehit düşen İlhan Egemen Darendelioğlu, 1921 yılında İçel Tarsus İlçesi’nde doğdu. İlk ve ortaokul eğitimini Tarsus’ta tamamladı. Daha sonra Adana Erkek Lisesine kayıt oldu.
Hatay’ın ülke sınırlarına katılmasıyla yakın arkadaşlarıyla birlikte oradaki Türk çocuklarına örnek olmak için Hatay’da eğitimine devam etti.
Lise yıllarında Toprak...
Hatay’ın ülke sınırlarına katılmasıyla yakın arkadaşlarıyla birlikte oradaki Türk çocuklarına örnek olmak için Hatay’da eğitimine devam etti.
Lise yıllarında Toprak...
adlı “edebiyat-sanat” dergisini çıkarmaya başladı. Derginin sahipliğini bu dönemde Sâkıp Önal üstlendi. Liseyi bitirdikten sonra eğitimine İstanbul Üniversitesi Türkoloji bölümünde devam etti.1950 yılında askere gitti ve yedek subay olarak görevini tamamladı. Askerlik sonrası İstanbul’da bir süre Türkçe Öğretmenliği yaptı.
İstanbul’da bir basımevi kurarak burada “fikir-sanat-ülkü dergisi” olarak Toprak’ı çıkarmaya başladı. Bu dönemde derginin sahipliğini Mahmut Ünal ve kendisi üstlendi. Dergiye gelen yazı ve şiir seçmelerini İlhan Darendelioğlu yapmakta idi. Daha sonraki yıllar bu görevi Nureddin Pakyürek üstlendi. Eylül 1962’de kurulan Türkçüler Derneği’nin ilk toplantısına kurucu üyeler dışında Mustafa Kafalı, Altan Deliorman ile derneğe üye kabul edildi.
Türkiye’de komünist faaliyetlerin artması üzerine İzmir’de Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği kuruldu. Derneğin ilk olarak başkanlığını Nejat Halil Pala yapmakta idi. Komünizm tehlikesini gören Darendelioğlu, bu derneğe üye oldu ve 1965 yılında derneğin genel başkanı seçildi. Derneğin 78 şubesini gezerek “Türkiye’de ve Türk basınında komünizm faaliyetleri” hakkında konferanslar verdi.
Milletvekili ve gazeteci sıfatı ile yurt dışında konferanslara davet edildi. Çin, Almanya, Libya’da konferanslar verdi.1969 seçimlerinde Adalet Partisinden İstanbul Milletvekili seçildi. Parti içindeki sorunlardan dolayı arkadaşlarıyla birlikte Demokratik Partiyi kurdu. Bu partinin kapanmasından sonra Milliyetçi Hareket Partisine katıldı.
Milliyetçi Hareket Partisi İstanbul İl Teşkilatında görev alarak siyasi hayatını sürdürdü. Ortadoğu gazetesinin başyazarlığını yaptığı sırada Beyazıt’ta bulunan basımevinden çıkarken komünistlerce öldürüldü. Öldürülmeden önce Aydınlık gazetesi sürekli solculara Darendelioğlu’nu hedef gösteriyordu. Katilleri bulunamadı. Çıkardığı dergi gibi TOPRAK oldu.
Eserleri: Türk Milliyetçilerinin Kalemiyle Atatürk, Türkiye’de Milliyetçilik Hareketleri, Pazarlar Kanlı İdi, Türkiye’de Komünist Hareketleri, Türk Milliyetçiliği Tarihinde Büyük Kavga, Nazım Hikmet Vatan Şairi mi, Vatan Haini mi?
İstanbul’da bir basımevi kurarak burada “fikir-sanat-ülkü dergisi” olarak Toprak’ı çıkarmaya başladı. Bu dönemde derginin sahipliğini Mahmut Ünal ve kendisi üstlendi. Dergiye gelen yazı ve şiir seçmelerini İlhan Darendelioğlu yapmakta idi. Daha sonraki yıllar bu görevi Nureddin Pakyürek üstlendi. Eylül 1962’de kurulan Türkçüler Derneği’nin ilk toplantısına kurucu üyeler dışında Mustafa Kafalı, Altan Deliorman ile derneğe üye kabul edildi.
Türkiye’de komünist faaliyetlerin artması üzerine İzmir’de Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği kuruldu. Derneğin ilk olarak başkanlığını Nejat Halil Pala yapmakta idi. Komünizm tehlikesini gören Darendelioğlu, bu derneğe üye oldu ve 1965 yılında derneğin genel başkanı seçildi. Derneğin 78 şubesini gezerek “Türkiye’de ve Türk basınında komünizm faaliyetleri” hakkında konferanslar verdi.
Milletvekili ve gazeteci sıfatı ile yurt dışında konferanslara davet edildi. Çin, Almanya, Libya’da konferanslar verdi.1969 seçimlerinde Adalet Partisinden İstanbul Milletvekili seçildi. Parti içindeki sorunlardan dolayı arkadaşlarıyla birlikte Demokratik Partiyi kurdu. Bu partinin kapanmasından sonra Milliyetçi Hareket Partisine katıldı.
Milliyetçi Hareket Partisi İstanbul İl Teşkilatında görev alarak siyasi hayatını sürdürdü. Ortadoğu gazetesinin başyazarlığını yaptığı sırada Beyazıt’ta bulunan basımevinden çıkarken komünistlerce öldürüldü. Öldürülmeden önce Aydınlık gazetesi sürekli solculara Darendelioğlu’nu hedef gösteriyordu. Katilleri bulunamadı. Çıkardığı dergi gibi TOPRAK oldu.
Eserleri: Türk Milliyetçilerinin Kalemiyle Atatürk, Türkiye’de Milliyetçilik Hareketleri, Pazarlar Kanlı İdi, Türkiye’de Komünist Hareketleri, Türk Milliyetçiliği Tarihinde Büyük Kavga, Nazım Hikmet Vatan Şairi mi, Vatan Haini mi?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)